Blogger Template by Blogcrowds.




İstanbul’da farklı üniversitelerin farklı bölümlerinde, lisans ve yüksek lisans düzeyinde okuyan, genel olarak sosyal platformlarda örgütlenmiş ve anayasa konusunda kafa yormuş, oturmuş gece yarılarına kadar tartışmış, bu konuda söyleyecek sözü olan gençleriz biz.


Türkiye’de yeni anayasanın ciddi olarak tartışılmaya başladığı günden beri, kimi zaman kalabalık gruplar, kimi zaman birkaç kişinin katılımı ile, ama istikrarlı bir şekilde, bu taslakta belirttiğimiz başlıklar hakkında ateşli tartışmalar yaptık. Yeri gelmişken, Sivil Dayanışma Platformu ve Bekir Berat Özipek Hocamıza değerli desteklerinden ötürü teşekkürü borç biliriz.


Birbirimizi kırmadan, sesimizi yükseltmeden, kimi zaman doğrularımızı savunarak, kimi zaman yanlışlarımızın farkına vararak, ama kaliteli bir düzeyde tartışarak, kendi aramızda bir mutabakata vardık ve anayasa taslağımızı hazırladık.


Bu Anayasa Taslağımızın, ondan da önce tartışabilme ve mutabakata erişebilmenin mümkün olduğunun, halkın iradesinin yansıması olan meclis tarafından dikkate alınması dileklerimizle…


  Geçtiğimiz Cuma günü ‘Zararlı Kitap Okumalar Grubu’ olarak, yazarıyla beraber yaptığımız tahlil programının ikincisini gerçekleştirdik. Kitabımız ‘Jerusalem’  tabii yazarımız Markar Esayan’dı.
Markar Abi’yi ben, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden tanıyordum. Ancak her zaman okuduğum bir yazardı dersem yalan olur. Asıl Markar Abi’yi Twitter’ daki samimi, ilginç ve bizden paylaşımları ile tanıdım. Evet bizden… Adı Markar’dı, dini Hristiyan’dı ama o bizdendi. Aynı bir dönem Agos’ta aynı sayfaları paylaştığı, komşusu olduğu Hrant gibi. İsminin de dininin de milletinin de bizden olmasına engel olmayacağını bilen Hrant gibi.
Daha evvel kaç Ermeni tanımıştım ki, aklımda kaç Ermeni ismi veya kendi vardı. Alen vardı en çok, ’bizim Alen’ az mı bağırdık Şeref Bey Stadı’nda… (İnönü Stadı demekten hazzetmiyorum pek) Tanımıştım aslında içlerinde ya tezahüratına eşlik ettiğim ya yazılarını okuduğum ya da sanatından etkilendiğim isimler vardı. Ama hiç birisiyle direkt bir diyaloğum olmamıştı. Yanlış anlamayın belki de rast gelmemişti, nasip olmamıştı ne derseniz artık.
Jerusalem ‘zararlı’ bir kitap değildi belki ancak Markar Abi ile konuşacağımız konuların gayet ‘zararlı’ olacağını tahmin ediyordum. Ta ki kitabı okumaya başlayıncaya dek. Kitap içine çekiyordu sanki insanı. İsimsiz kahramanımızın yanında geziniyordum sanki her daim ve bir sonraki adımı merak eder olmuştum. Tahlil günü Markar Abi ile yapacağımız ‘zararlı’ sohbetten çok, kitap ile ilgili konuşmak istiyordum. Kitaptan ziyadesiyle etkilenmiştim. Ya da yazarımızdan pekte ayrı düşünemeyeceğimiz isimsiz kahramanımızın yaşamına girmiştim ben de. Onunla beraber simit çaldım, onunla beraber kavga ettim, O beni kendisiyle olmadığımı düşündüğü anlarda dahi –bodruma işerken örneğin- ben onunla beraberdim. Onun hisleriyle hislendim. Tahlilde de belirttiğim gibi Elif Şafak’ın Aşk romanında yaşamıştım aynı duyguyu. Aşk’ta da olduğu gibi birkaç günde bitirmiştim kitabı.
Markar Abi yoğun iş programına rağmen bizlere vakit ayırmıştı. Onun gazetesi –Markar Abi’nin ifadesi ile Türkiye’nin buz kıran gemisi- Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda çok ciddi çabaları ve katkıları oluyordu tüm engellemelere ve karşı çıkışlara rağmen, bu herkesçe malum. Böyle bir gazetede çalışmanın ne olduğu hakkında bilgimiz yoktu ama zor olduğu su götürmez bir gerçekti.  Sabırsızlıkla bekliyorduk kendisini. Üstelik bu sefer geç de kalmamış erkenden gelmiştim, SDP’nun ofisine. Bir arkadaşımız aradı Markar Abi’yi, bir saat gecikeceğini söylemiş ve bizim başlamamızı rica etmiş. Biz tabii muhabbet halindeydik zaten ancak kitaba pek girmemiştik. Yavaş yavaş kitap hakkında konuşmaya başlamıştık ki Jerusalem’ın asıl sahibi geldi. Sıcak bir selamlaşmadan sonra devam etmemizi istedi. Bir arkadaşımızın kitap örgüsünü ülkemizdeki yaşanılan sorunlara paralel gördüğünü söylemesi ile Markar Abi’nin gözleri parlamıştı. Aynı, sınavda arkadaşından kopya isteyen öğrencinin sorduğu soruya olumlu cevap olan yaramaz öğrenci edasıyla konuşmaya başladı. Kitap hakkında çok fazla konuşmak istemediğini, roman yazmanın  çok ciddi mühendislik çalışması gerektirdiğini, ancak bu mühendisliğin tadında olması gerektiğini, romanı uzun bir şiir gibi gördüğünden bahsetti.
Jerusalem’in üçüncü romanı olduğunu ancak yazılmaya diğerlerinden önce kafasında başladığından söz etti. Romanın gerçek kahramanının annesi olduğunu söyledi. Romanı validesinin geçirdiği rahatsızlık sırasında hastanede başucunda ve tüm yorgunluğuna rağmen evde geceleri yazdığını söyledi. Romanın kendi hayatıyla iç içe olduğunu söylemesine rağmen tamamen kurgu demek istiyorum dedi Markar Abi.
Romanda bazı karakterlerin kendisini sürüklediğini başka başka yerlere götürdüğünü ve hatta kendisini yer yer şaşırttıklarını söyledi. Arkadaşların bu edebi güzelliği nasıl bulduğunu sormaları üzerine, ‘mükemmelim’ deyince kahkahayı patlattık hep birden. Ardından almıştık aslında cevabı; benim o çocuk tarafım büyümedi ve yazdıkça o yaşlardaki duygularım geri geliyordu.
Ama bundan sonra ne olduysa sanki biraz da bilinçli(!) olarak konu ülkemizin senelerdir çözülmesi gereken kronik sorunlarına geldi. Bir muhabbettir başladı ve kitaptan haylice uzaklaşmıştık. O zaman bana biraz sıkıcı geldi. Yanlış anlaşılmasın sıkıcı gelmesinde neden ; arkadaşları ile her daim bu konuları konuşan benim, bu konulara ilgi duymamam değildi. Hatta tam tersi Markar Abi’nin yer yer güzel tespit ve yorumları çok güzeldi – maalesef o mevzuları hem Markar Abi’nin ricası hem de Jerusalem üzerine yazmak istediğim için değinmeyeceğim-. Ancak bu mevzular ile hemdem olan ben, kendisini kısa sürede okutan ve sevdiren bu romanın yazarı ile eseri üzerine konuşmak istiyordum, çünkü kafam Jerusalem ile doluydu. Haddizatında konuşulan konuları pekala yine Taraf’ta Markar Abi’nin köşesinden okuyabilir, mail atabilirdik.(Dostlar bu konuda yanlış anlaşılmak istemediğim için biraz uzatmış olabilirim, affediniz.)
İşte tam burada zamanımızın da kısıtlı olduğunu bildiğimden, tam da üstat Ahmet Turan Alkan’ın anlattığı fıkradaki gibi; ‘Dann’ diyesim geldi. Dikkatleri Jerusalem’e çekebilmek kalan vaktimizde Jerusalem ile aklımızda kalanları, sorularımızı Markar Abi’ye sorup, paylaşabilmek için.(Yazılarında, söyleşilerinde zaman zaman fıkra anlatan, yazan Üstat’ın bir fıkrası bu. Hatırlayamıyorum ancak Üstat’ın ya Kurşunkalem Yazıları adlı kitabında ya da Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazısında okumuştum. Bulduğum link doğru ise eğer fıkramız şu şekildedir: Birbirlerini epeydir göremeyen üç-beş eski arkadaş, günün birinde bir çay bahçesinde oturmuş dereden tepeden sohbet ediyorlarmış.  Hepsi hararetle tartışılan mevzuya iştirak edip, birbirlerini can kulağı ile dinlerken içlerinden birisi fena halde sıkılıyormuş.  Avcılığı hayatının en mühim unsuru haline getirecek derecede seven bu kişi,  sıkıntısını ikide bir ahlayarak puflayarak belli etse de diğerlerinin dikkatini çekemiyor. Konuşulmakta olan konuya hiç ilgi duymadığı için can sıkıntısından içi içini yiyormuş. Hani ezkaza söz ördekten, balıktan, fişekten, baruttan, geyikten, gergedandan açılsa bizimkinde nevale çok ama konuşacak fırsat nerede. Saatlerdir kendisini zerre miskal alakadar etmeyen şeyleri dinlemekten usanan ve bir türlü konuşamamaktan ötürü patlayacak raddeye gelen adamcağız en sonunda lafın en münasebetsiz yerinde aniden patlayan bir tüfek gibi haykırmış: Dannn… Diğerleri bu ani ve münasebetsiz refleksten ürkerek sus pus olup birbirlerinin yüzüne bakmaya bakarken bu sukutu cana minnet bilen bizimki hemen söze atılmış: Sahi yahu ‘dan’ dedim de aklıma geldi; yine bir gün ben avdayken….)
Allah’tan benim ‘dan’ dememe gerek kalmadan, çok sevdiğimiz bir ablamız aldı sazı eline. Kendisine yaraşır bir ‘dan’dı aslında bu anlayana. Ne de iyi olmuştu. Ablamız birkaç kelamdan sonra Markar Abi’ye: Hani Türklere çok söylenir ya, size birisi hiç Atatürk olmasaydı senin adın şu ya da bu olurdu dedi mi? Biz yabancı olmadığımız bu soruya gülerken, küçük yaşlarda Atatürk olmaya özenen isimsiz kahramanımızın yaratıcısı da koyuvermişti kendini.
Sözün bana gelmesi yakındı ama benden önce -belki de sonraydı-  bir arkadaşımız, Alamancı komşularının yaramaz, söz dinlemez çocuğuna babasının kötümser bir ifade olarak Ermeni dediğini söylediğinde, aklıma babamın hazzetmediği bazı adamlara Makaryos -Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başpiskoposu ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı- dediğini hüzünle hatırlamıştım. Ötekileştirmek ne kadar da basitti değil mi?
Markar Abi de yirmi sene öncesine göre çok değiştiğini, ancak hiç kedi kesen bir insan olmadığını gülerek anlattı. Kendi ifadesi ile; yirmi sene öncesinin Markar’ı Ermeni milliyetçisi, Türkler’den ve Müslümanlar’dan hazzetmeyen birisiydi. Şimdi ara ki bulasın o Markar’ı. Şimdi ki Markar Agos’tan beridir doğru bildiğini korkusuzca yazan Markar. Cemaatten –F tipi değil heyecanlanmayın, Ermeni cemaati- büyüklerinin dahi uyarısını anlayan ama ciddiye almayan Markar.
Söz gelmişti sanki bana, söz geldi derken baştan beri konuşmadığımı sanmayın. Başta Markar Abi’ye isimsiz kahramanımızın ‘kötü’ bir çocuk olduğunu söylemiştim kendi küçüklüğüm ile kıyasla. Ancak kahramanımızın Markar Abi’den ayrı düşünülemeyeceği gerçeği karşısında, onu kırmak istemeden. Burada ise özellikle uçakta seyahat ettiği durum, ana rahmi, doğum betimlemeleri ile İsa(as)’ın konuşturulmasındaki edebi lezzetten söz ettim. Ve tabi ki ‘gıcırdayan kapının ispiyoncu olduğu’ gerçekliğini kendi oda kapımın gıcırdadığından dem vurarak anlattım.
Markar Abi ile muhabbetin sonlarıydı artık. Hatta uzak yerden gelen bir arkadaşımız erken ayrılmak zorunda kaldı aramızdan. Saat on bir civarlarıydı. Tahlilimiz bitti, sırayla kitaplarımızı imzalatmıştık bile. Her birimizin kitabına ayrı ayrı güzel dilekler yazan nazik insanla bir de fotoğraf çektirdik. Ofisten beraber çıkıp bu güzel geceyi vedalaşarak nihayete erdirdik.
Son birşeyler söylemek adettense eğer; biz (ben), her ne kadar Markar Abi kahramanına romanı yazdığı süre boyunca birkaç isim vermiş ancak kahramanımız bu isimleri taşımamış, taşıyamamış, ya da atmışsa da Markar diyoruz isimsiz kahramanımıza, Markar…
Markar Abi; Jerusalem’in fotoğrafı ile beraber  ‘keşke her gecemi böyle tatlı bir şeyler süslese’ şeklinde attığım tweete, ‘eksik olmayın o sizin zerafetiniz’ şeklinde cevap veren, Olimpos Gazozu’ndan aldığı tadı hiçbir gazozda bulamamasına rağmen üzülmeyen, arayan, diğerlerini beğenmedim demeyen, nazik, ümitvar insan…
‘Ermeni ama’ iyi insan O…
Not: Markar Abi’nin, Jerusalem hakkında geç söz açılması isteği, tabiri caizse top çevirmesinin nedenini anlamak için okuyunuz, değerli dostlar. Markar Abi’nin gözlerinin kopya alan öğrenci mutluluğunda parlamasının nedeni.

ahmetderyam@hotmail.com
https://twitter.com/ahmetderyam

http://www.taraf.com.tr/markar-esayan/makale-parcalarini-arayan-insan-12-ruh-ve-soz.htm
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=7171

http://ahmetderya.com/markar-esayan-ile-jerusalem-uzerine/

Geçen cuma akşamı çok hoş bir toplantının konuğu oldum. Sivil Dayanışma Platformu’ndan okuma kulübünün gençleri son romanım Jerusalem’i okumuşlar ve tartışma, değerlendirme gününe beni de davet etmişlerdi. Geç katılabildiğim toplantıda ilk olarak bir yazarın kitabı ile kurduğu ilişkiden bahsettim biraz. Gençlerle olmayı çok sevdiğim için daveti kabul etmiştim. Çünkü aslında kitaplarım hakkında konuşmaktan pek hazzetmiyorum. Geçenlerde sevgili yazar dostum Cihan Aktaş’la da aynı şeyi konuşmuştuk. O da benimle aynı hisleri paylaştığını söyledi.
Roman yazmak akıllı insan işi değil.
Çıkan sonucun, yani romanın çok iyi veya kötü olması ile ilgili değil üstelik bu durum. Ortalama yarım milyon harften oluşan bir kümeyi yan yana getirmek, onlardan bir veya daha çok hayatları ilmek ilmek örmek, bu muazzam çabanın kendisi.. çok keyifli olduğu kadar bir o kadar da yıpratıcı. Akıllı insan işi değil dediğim de o... Genç arkadaşlarıma biraz o süreci anlattım. Asıl niyetim Jerusalem’den mümkün olduğu kadar geç söz açılmasını sağlamaktı, itiraf ediyorum. Çünkü o yorucu ve benzersiz dönemi tamamladıktan sonra, ama yazdığım üç romandan sonra da, aynı duyguların esiri oldum. Kitabı görmek dahi istemiyordum. Ben yazmış ve tüm görevlerimi kendimce, kendi kapasiteme göre yerine getirmiştim. Bundan sonrası onu okuyanların, basanların işi olmalı, ben ise sadece bir izleyici olmalıydım.
En çok sıkıldığım şeylerden birisi de roman çıktıktan sonra mecburen katılmak zorunda kalınan ve “Neden edebiyat”, “En sevdiğiniz romanınız hangisi” “Şu roman kahramanı aslında sizsiniz değil mi”, türünden sorulara muhatap olunan o tanıtım süreci. Bu soruları soranları kınamıyorum. Hatta ilk romanlarımın aksine Jerusalem’de işler epey yolunda gitti ve kitabın hepsini okumuş, emek sarf etmiş işini iyi yapan insanların programlarına konuk oldum, nankörlük etmeyeyim. Lakin siz de beni anlayın, üzerinde hiç konuşmak istemediğin, sence çoktan kapanmış bir hikâye üzerinde konuşmalar yapmak çok netameli. Ama mecbursun. Hatta bunlar olmazsa, yani program teklifleri gelmezse mutsuz da olabilirsin roman ilgi görmüyor diye. Çelişkili bir durum işte. Hem istiyor, hem istemiyorsun. Ama durum bu.
Ben ne kadar hazzetmesem de, cuma akşamı çok keyifli geçti gerçekten. Beni davet eden arkadaşlarıma teşekkür borçluyum. Roman hakkındaki tahlilleri, sordukları sorular çok incelikli ve derindi. Romanın bu kadar derinden kavranması insana çok iyi geliyor. Öncellikle dilin ve sözün duyguların aktarımında aslında hiç de kifayetsiz olmadığını görüyor, her defasında şaşırıyorsunuz. Çünkü ana kabul, insanın ne kadar çabalarsa çabalasın, varlığını alt katmanlarına indikçe, oradan bir arkeolog veya madenci gibi çıkardığı hislerinin dile tam olarak tahvil edilemeyeceği, eksik veya yanlış anlaşılabileceği. Bu da yalnızlığa gönderme yapıyor. Yani bir ikinci kişiye kendinizi tam olarak anlatmanın mümkün olup olmadığı, dolayısıyla en nihayetinde biricik duygularınızla biricik bir yalnızlık içinde yaşamaya mahkûm olduğumuz düşüncesi...

“Başlangıçta söz vardı.” Yuhanna İncili’nin ilk sözleri bunlar. Demek, Söz’ün gücünün tanrısal bir önceliği var. Söz belki Ruh’un dile geliş biçimi. Ruh’un Söz hali. Kavranamayan şeyin duyulabilir hale gelmesi. Ortaya çıkması, görünür olması. Hiç de yabana atılacak gibi bir şey değil bu.
Ruh, Söz haline gelince, haliyle, yalnızlık son buluyor. Çünkü Söz ancak onun yöneldiği diğer kişiyle anlam veya yaşam kazanabilir. İnsan cismani olarak topraktan yaratılmışsa da, Ruh’u da Söz’den neşet etmiş olabilir. Yani Söz’ü duyan kişi yaratılışınızı tamamlıyor, imliyor, onaylıyor. O nedenle romanın yazılmasıyla, Söz’ün sarf edilmesiyle, işin bir kısmı tamamlanıyor sadece. Diğer kısmı ise onun alıcıya ulaşması. Tam da bu yüzden, romanın her bir okuyucuda, biricik haliyle yeniden yazıldığını, ya da yazım işinin tamam edildiğini düşünürüm. O akşam da orada masanın üzerinde her biri bir başkasına ait diyelim bir düzine Jerusalem vardı ve sanırım onların hiçbiri birbiriyle aynı kitap değildi artık. Okuyan kendi biricik mevcudiyetiyle tamamlamıştı onu.
Konuşmak, yazmak ve muhabbet.. türlü varoluş halleri ve sanırım bu iyi bir şey...
MARKAR ESAYAN

http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=7171

Yeni Okuma Listesi
Faruk Özgür, Tek Parti İdeolojisiyle Demokrasi, Liberte Yayınları.
Musa Anter, Hatıralarım, Avesata Yayınvevi.
David H. Thoreau, Sivil İtaatsizlik
Turgenyev, Babalar ve Oğullar
Orhan Miroğlu, Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı
Selim İleri, Dostlukların Son Günü
Paolo Coelho, Simyacı
David Beedham, Demokrasinin Temelleri, Liberte
Russell Roberts , Tercih
Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ütopya 




İleri Okumalar
İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması
Friedrich A. Hayek, Kölelik Yolu
Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet
Platon, Devlet
Cafer Solgun, Alevilerin Kemalizmle İmtihanı
Dostoyevski, Karamazof Kardeşler
Mete Tunçay, TC’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması
Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi
Fazlur Rahman, İslam
Max Horkheimer, Akıl Tutulması
Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu
Bekir B. Özipek, Muhafazakarlık Akıl Toplum Siyaset
Tolstoy, Anna Karenina



Not: Okuma sırasına göre düzenlenmemiştir. birinci kısım eksiltilmiş kitap listesinin devamıdır.

Önceki Kayıtlar