Geçtiğimiz Cuma günü ‘Zararlı Kitap Okumalar Grubu’ olarak, yazarıyla beraber yaptığımız tahlil programının ikincisini gerçekleştirdik. Kitabımız ‘Jerusalem’ tabii yazarımız Markar Esayan’dı.
Markar Abi’yi ben, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden tanıyordum. Ancak her zaman okuduğum bir yazardı dersem yalan olur. Asıl Markar Abi’yi Twitter’ daki samimi, ilginç ve bizden paylaşımları ile tanıdım. Evet bizden… Adı Markar’dı, dini Hristiyan’dı ama o bizdendi. Aynı bir dönem Agos’ta aynı sayfaları paylaştığı, komşusu olduğu Hrant gibi. İsminin de dininin de milletinin de bizden olmasına engel olmayacağını bilen Hrant gibi.
Daha evvel kaç Ermeni tanımıştım ki, aklımda kaç Ermeni ismi veya kendi vardı. Alen vardı en çok, ’bizim Alen’ az mı bağırdık Şeref Bey Stadı’nda… (İnönü Stadı demekten hazzetmiyorum pek) Tanımıştım aslında içlerinde ya tezahüratına eşlik ettiğim ya yazılarını okuduğum ya da sanatından etkilendiğim isimler vardı. Ama hiç birisiyle direkt bir diyaloğum olmamıştı. Yanlış anlamayın belki de rast gelmemişti, nasip olmamıştı ne derseniz artık.
Jerusalem ‘zararlı’ bir kitap değildi belki ancak Markar Abi ile konuşacağımız konuların gayet ‘zararlı’ olacağını tahmin ediyordum. Ta ki kitabı okumaya başlayıncaya dek. Kitap içine çekiyordu sanki insanı. İsimsiz kahramanımızın yanında geziniyordum sanki her daim ve bir sonraki adımı merak eder olmuştum. Tahlil günü Markar Abi ile yapacağımız ‘zararlı’ sohbetten çok, kitap ile ilgili konuşmak istiyordum. Kitaptan ziyadesiyle etkilenmiştim. Ya da yazarımızdan pekte ayrı düşünemeyeceğimiz isimsiz kahramanımızın yaşamına girmiştim ben de. Onunla beraber simit çaldım, onunla beraber kavga ettim, O beni kendisiyle olmadığımı düşündüğü anlarda dahi –bodruma işerken örneğin- ben onunla beraberdim. Onun hisleriyle hislendim. Tahlilde de belirttiğim gibi Elif Şafak’ın Aşk romanında yaşamıştım aynı duyguyu. Aşk’ta da olduğu gibi birkaç günde bitirmiştim kitabı.
Markar Abi yoğun iş programına rağmen bizlere vakit ayırmıştı. Onun gazetesi –Markar Abi’nin ifadesi ile Türkiye’nin buz kıran gemisi- Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda çok ciddi çabaları ve katkıları oluyordu tüm engellemelere ve karşı çıkışlara rağmen, bu herkesçe malum. Böyle bir gazetede çalışmanın ne olduğu hakkında bilgimiz yoktu ama zor olduğu su götürmez bir gerçekti. Sabırsızlıkla bekliyorduk kendisini. Üstelik bu sefer geç de kalmamış erkenden gelmiştim, SDP’nun ofisine. Bir arkadaşımız aradı Markar Abi’yi, bir saat gecikeceğini söylemiş ve bizim başlamamızı rica etmiş. Biz tabii muhabbet halindeydik zaten ancak kitaba pek girmemiştik. Yavaş yavaş kitap hakkında konuşmaya başlamıştık ki Jerusalem’ın asıl sahibi geldi. Sıcak bir selamlaşmadan sonra devam etmemizi istedi. Bir arkadaşımızın kitap örgüsünü ülkemizdeki yaşanılan sorunlara paralel gördüğünü söylemesi ile Markar Abi’nin gözleri parlamıştı. Aynı, sınavda arkadaşından kopya isteyen öğrencinin sorduğu soruya olumlu cevap olan yaramaz öğrenci edasıyla konuşmaya başladı. Kitap hakkında çok fazla konuşmak istemediğini, roman yazmanın çok ciddi mühendislik çalışması gerektirdiğini, ancak bu mühendisliğin tadında olması gerektiğini, romanı uzun bir şiir gibi gördüğünden bahsetti.
Jerusalem’in üçüncü romanı olduğunu ancak yazılmaya diğerlerinden önce kafasında başladığından söz etti. Romanın gerçek kahramanının annesi olduğunu söyledi. Romanı validesinin geçirdiği rahatsızlık sırasında hastanede başucunda ve tüm yorgunluğuna rağmen evde geceleri yazdığını söyledi. Romanın kendi hayatıyla iç içe olduğunu söylemesine rağmen tamamen kurgu demek istiyorum dedi Markar Abi.
Romanda bazı karakterlerin kendisini sürüklediğini başka başka yerlere götürdüğünü ve hatta kendisini yer yer şaşırttıklarını söyledi. Arkadaşların bu edebi güzelliği nasıl bulduğunu sormaları üzerine, ‘mükemmelim’ deyince kahkahayı patlattık hep birden. Ardından almıştık aslında cevabı; benim o çocuk tarafım büyümedi ve yazdıkça o yaşlardaki duygularım geri geliyordu.
Ama bundan sonra ne olduysa sanki biraz da bilinçli(!) olarak konu ülkemizin senelerdir çözülmesi gereken kronik sorunlarına geldi. Bir muhabbettir başladı ve kitaptan haylice uzaklaşmıştık. O zaman bana biraz sıkıcı geldi. Yanlış anlaşılmasın sıkıcı gelmesinde neden ; arkadaşları ile her daim bu konuları konuşan benim, bu konulara ilgi duymamam değildi. Hatta tam tersi Markar Abi’nin yer yer güzel tespit ve yorumları çok güzeldi – maalesef o mevzuları hem Markar Abi’nin ricası hem de Jerusalem üzerine yazmak istediğim için değinmeyeceğim-. Ancak bu mevzular ile hemdem olan ben, kendisini kısa sürede okutan ve sevdiren bu romanın yazarı ile eseri üzerine konuşmak istiyordum, çünkü kafam Jerusalem ile doluydu. Haddizatında konuşulan konuları pekala yine Taraf’ta Markar Abi’nin köşesinden okuyabilir, mail atabilirdik.(Dostlar bu konuda yanlış anlaşılmak istemediğim için biraz uzatmış olabilirim, affediniz.)
İşte tam burada zamanımızın da kısıtlı olduğunu bildiğimden, tam da üstat Ahmet Turan Alkan’ın anlattığı fıkradaki gibi; ‘Dann’ diyesim geldi. Dikkatleri Jerusalem’e çekebilmek kalan vaktimizde Jerusalem ile aklımızda kalanları, sorularımızı Markar Abi’ye sorup, paylaşabilmek için.(Yazılarında, söyleşilerinde zaman zaman fıkra anlatan, yazan Üstat’ın bir fıkrası bu. Hatırlayamıyorum ancak Üstat’ın ya Kurşunkalem Yazıları adlı kitabında ya da Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazısında okumuştum. Bulduğum link doğru ise eğer fıkramız şu şekildedir: Birbirlerini epeydir göremeyen üç-beş eski arkadaş, günün birinde bir çay bahçesinde oturmuş dereden tepeden sohbet ediyorlarmış. Hepsi hararetle tartışılan mevzuya iştirak edip, birbirlerini can kulağı ile dinlerken içlerinden birisi fena halde sıkılıyormuş. Avcılığı hayatının en mühim unsuru haline getirecek derecede seven bu kişi, sıkıntısını ikide bir ahlayarak puflayarak belli etse de diğerlerinin dikkatini çekemiyor. Konuşulmakta olan konuya hiç ilgi duymadığı için can sıkıntısından içi içini yiyormuş. Hani ezkaza söz ördekten, balıktan, fişekten, baruttan, geyikten, gergedandan açılsa bizimkinde nevale çok ama konuşacak fırsat nerede. Saatlerdir kendisini zerre miskal alakadar etmeyen şeyleri dinlemekten usanan ve bir türlü konuşamamaktan ötürü patlayacak raddeye gelen adamcağız en sonunda lafın en münasebetsiz yerinde aniden patlayan bir tüfek gibi haykırmış: Dannn… Diğerleri bu ani ve münasebetsiz refleksten ürkerek sus pus olup birbirlerinin yüzüne bakmaya bakarken bu sukutu cana minnet bilen bizimki hemen söze atılmış: Sahi yahu ‘dan’ dedim de aklıma geldi; yine bir gün ben avdayken….)
Allah’tan benim ‘dan’ dememe gerek kalmadan, çok sevdiğimiz bir ablamız aldı sazı eline. Kendisine yaraşır bir ‘dan’dı aslında bu anlayana. Ne de iyi olmuştu. Ablamız birkaç kelamdan sonra Markar Abi’ye: Hani Türklere çok söylenir ya, size birisi hiç Atatürk olmasaydı senin adın şu ya da bu olurdu dedi mi? Biz yabancı olmadığımız bu soruya gülerken, küçük yaşlarda Atatürk olmaya özenen isimsiz kahramanımızın yaratıcısı da koyuvermişti kendini.
Sözün bana gelmesi yakındı ama benden önce -belki de sonraydı- bir arkadaşımız, Alamancı komşularının yaramaz, söz dinlemez çocuğuna babasının kötümser bir ifade olarak Ermeni dediğini söylediğinde, aklıma babamın hazzetmediği bazı adamlara Makaryos -Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başpiskoposu ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı- dediğini hüzünle hatırlamıştım. Ötekileştirmek ne kadar da basitti değil mi?
Markar Abi de yirmi sene öncesine göre çok değiştiğini, ancak hiç kedi kesen bir insan olmadığını gülerek anlattı. Kendi ifadesi ile; yirmi sene öncesinin Markar’ı Ermeni milliyetçisi, Türkler’den ve Müslümanlar’dan hazzetmeyen birisiydi. Şimdi ara ki bulasın o Markar’ı. Şimdi ki Markar Agos’tan beridir doğru bildiğini korkusuzca yazan Markar. Cemaatten –F tipi değil heyecanlanmayın, Ermeni cemaati- büyüklerinin dahi uyarısını anlayan ama ciddiye almayan Markar.
Söz gelmişti sanki bana, söz geldi derken baştan beri konuşmadığımı sanmayın. Başta Markar Abi’ye isimsiz kahramanımızın ‘kötü’ bir çocuk olduğunu söylemiştim kendi küçüklüğüm ile kıyasla. Ancak kahramanımızın Markar Abi’den ayrı düşünülemeyeceği gerçeği karşısında, onu kırmak istemeden. Burada ise özellikle uçakta seyahat ettiği durum, ana rahmi, doğum betimlemeleri ile İsa(as)’ın konuşturulmasındaki edebi lezzetten söz ettim. Ve tabi ki ‘gıcırdayan kapının ispiyoncu olduğu’ gerçekliğini kendi oda kapımın gıcırdadığından dem vurarak anlattım.
Markar Abi ile muhabbetin sonlarıydı artık. Hatta uzak yerden gelen bir arkadaşımız erken ayrılmak zorunda kaldı aramızdan. Saat on bir civarlarıydı. Tahlilimiz bitti, sırayla kitaplarımızı imzalatmıştık bile. Her birimizin kitabına ayrı ayrı güzel dilekler yazan nazik insanla bir de fotoğraf çektirdik. Ofisten beraber çıkıp bu güzel geceyi vedalaşarak nihayete erdirdik.
Son birşeyler söylemek adettense eğer; biz (ben), her ne kadar Markar Abi kahramanına romanı yazdığı süre boyunca birkaç isim vermiş ancak kahramanımız bu isimleri taşımamış, taşıyamamış, ya da atmışsa da Markar diyoruz isimsiz kahramanımıza, Markar…
Markar Abi; Jerusalem’in fotoğrafı ile beraber ‘keşke her gecemi böyle tatlı bir şeyler süslese’ şeklinde attığım tweete, ‘eksik olmayın o sizin zerafetiniz’ şeklinde cevap veren, Olimpos Gazozu’ndan aldığı tadı hiçbir gazozda bulamamasına rağmen üzülmeyen, arayan, diğerlerini beğenmedim demeyen, nazik, ümitvar insan…
‘Ermeni ama’ iyi insan O…
Not: Markar Abi’nin, Jerusalem hakkında geç söz açılması isteği, tabiri caizse top çevirmesinin nedenini anlamak için okuyunuz, değerli dostlar. Markar Abi’nin gözlerinin kopya alan öğrenci mutluluğunda parlamasının nedeni.
ahmetderyam@hotmail.com
https://twitter.com/ahmetderyam
http://www.taraf.com.tr/markar-esayan/makale-parcalarini-arayan-insan-12-ruh-ve-soz.htm
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=7171
http://ahmetderya.com/markar-esayan-ile-jerusalem-uzerine/
Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa
0 yorum:
Yorum Gönder