Blogger Template by Blogcrowds.




İstanbul’da farklı üniversitelerin farklı bölümlerinde, lisans ve yüksek lisans düzeyinde okuyan, genel olarak sosyal platformlarda örgütlenmiş ve anayasa konusunda kafa yormuş, oturmuş gece yarılarına kadar tartışmış, bu konuda söyleyecek sözü olan gençleriz biz.


Türkiye’de yeni anayasanın ciddi olarak tartışılmaya başladığı günden beri, kimi zaman kalabalık gruplar, kimi zaman birkaç kişinin katılımı ile, ama istikrarlı bir şekilde, bu taslakta belirttiğimiz başlıklar hakkında ateşli tartışmalar yaptık. Yeri gelmişken, Sivil Dayanışma Platformu ve Bekir Berat Özipek Hocamıza değerli desteklerinden ötürü teşekkürü borç biliriz.


Birbirimizi kırmadan, sesimizi yükseltmeden, kimi zaman doğrularımızı savunarak, kimi zaman yanlışlarımızın farkına vararak, ama kaliteli bir düzeyde tartışarak, kendi aramızda bir mutabakata vardık ve anayasa taslağımızı hazırladık.


Bu Anayasa Taslağımızın, ondan da önce tartışabilme ve mutabakata erişebilmenin mümkün olduğunun, halkın iradesinin yansıması olan meclis tarafından dikkate alınması dileklerimizle…


  Geçtiğimiz Cuma günü ‘Zararlı Kitap Okumalar Grubu’ olarak, yazarıyla beraber yaptığımız tahlil programının ikincisini gerçekleştirdik. Kitabımız ‘Jerusalem’  tabii yazarımız Markar Esayan’dı.
Markar Abi’yi ben, Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden tanıyordum. Ancak her zaman okuduğum bir yazardı dersem yalan olur. Asıl Markar Abi’yi Twitter’ daki samimi, ilginç ve bizden paylaşımları ile tanıdım. Evet bizden… Adı Markar’dı, dini Hristiyan’dı ama o bizdendi. Aynı bir dönem Agos’ta aynı sayfaları paylaştığı, komşusu olduğu Hrant gibi. İsminin de dininin de milletinin de bizden olmasına engel olmayacağını bilen Hrant gibi.
Daha evvel kaç Ermeni tanımıştım ki, aklımda kaç Ermeni ismi veya kendi vardı. Alen vardı en çok, ’bizim Alen’ az mı bağırdık Şeref Bey Stadı’nda… (İnönü Stadı demekten hazzetmiyorum pek) Tanımıştım aslında içlerinde ya tezahüratına eşlik ettiğim ya yazılarını okuduğum ya da sanatından etkilendiğim isimler vardı. Ama hiç birisiyle direkt bir diyaloğum olmamıştı. Yanlış anlamayın belki de rast gelmemişti, nasip olmamıştı ne derseniz artık.
Jerusalem ‘zararlı’ bir kitap değildi belki ancak Markar Abi ile konuşacağımız konuların gayet ‘zararlı’ olacağını tahmin ediyordum. Ta ki kitabı okumaya başlayıncaya dek. Kitap içine çekiyordu sanki insanı. İsimsiz kahramanımızın yanında geziniyordum sanki her daim ve bir sonraki adımı merak eder olmuştum. Tahlil günü Markar Abi ile yapacağımız ‘zararlı’ sohbetten çok, kitap ile ilgili konuşmak istiyordum. Kitaptan ziyadesiyle etkilenmiştim. Ya da yazarımızdan pekte ayrı düşünemeyeceğimiz isimsiz kahramanımızın yaşamına girmiştim ben de. Onunla beraber simit çaldım, onunla beraber kavga ettim, O beni kendisiyle olmadığımı düşündüğü anlarda dahi –bodruma işerken örneğin- ben onunla beraberdim. Onun hisleriyle hislendim. Tahlilde de belirttiğim gibi Elif Şafak’ın Aşk romanında yaşamıştım aynı duyguyu. Aşk’ta da olduğu gibi birkaç günde bitirmiştim kitabı.
Markar Abi yoğun iş programına rağmen bizlere vakit ayırmıştı. Onun gazetesi –Markar Abi’nin ifadesi ile Türkiye’nin buz kıran gemisi- Türkiye’nin demokratikleşmesi yolunda çok ciddi çabaları ve katkıları oluyordu tüm engellemelere ve karşı çıkışlara rağmen, bu herkesçe malum. Böyle bir gazetede çalışmanın ne olduğu hakkında bilgimiz yoktu ama zor olduğu su götürmez bir gerçekti.  Sabırsızlıkla bekliyorduk kendisini. Üstelik bu sefer geç de kalmamış erkenden gelmiştim, SDP’nun ofisine. Bir arkadaşımız aradı Markar Abi’yi, bir saat gecikeceğini söylemiş ve bizim başlamamızı rica etmiş. Biz tabii muhabbet halindeydik zaten ancak kitaba pek girmemiştik. Yavaş yavaş kitap hakkında konuşmaya başlamıştık ki Jerusalem’ın asıl sahibi geldi. Sıcak bir selamlaşmadan sonra devam etmemizi istedi. Bir arkadaşımızın kitap örgüsünü ülkemizdeki yaşanılan sorunlara paralel gördüğünü söylemesi ile Markar Abi’nin gözleri parlamıştı. Aynı, sınavda arkadaşından kopya isteyen öğrencinin sorduğu soruya olumlu cevap olan yaramaz öğrenci edasıyla konuşmaya başladı. Kitap hakkında çok fazla konuşmak istemediğini, roman yazmanın  çok ciddi mühendislik çalışması gerektirdiğini, ancak bu mühendisliğin tadında olması gerektiğini, romanı uzun bir şiir gibi gördüğünden bahsetti.
Jerusalem’in üçüncü romanı olduğunu ancak yazılmaya diğerlerinden önce kafasında başladığından söz etti. Romanın gerçek kahramanının annesi olduğunu söyledi. Romanı validesinin geçirdiği rahatsızlık sırasında hastanede başucunda ve tüm yorgunluğuna rağmen evde geceleri yazdığını söyledi. Romanın kendi hayatıyla iç içe olduğunu söylemesine rağmen tamamen kurgu demek istiyorum dedi Markar Abi.
Romanda bazı karakterlerin kendisini sürüklediğini başka başka yerlere götürdüğünü ve hatta kendisini yer yer şaşırttıklarını söyledi. Arkadaşların bu edebi güzelliği nasıl bulduğunu sormaları üzerine, ‘mükemmelim’ deyince kahkahayı patlattık hep birden. Ardından almıştık aslında cevabı; benim o çocuk tarafım büyümedi ve yazdıkça o yaşlardaki duygularım geri geliyordu.
Ama bundan sonra ne olduysa sanki biraz da bilinçli(!) olarak konu ülkemizin senelerdir çözülmesi gereken kronik sorunlarına geldi. Bir muhabbettir başladı ve kitaptan haylice uzaklaşmıştık. O zaman bana biraz sıkıcı geldi. Yanlış anlaşılmasın sıkıcı gelmesinde neden ; arkadaşları ile her daim bu konuları konuşan benim, bu konulara ilgi duymamam değildi. Hatta tam tersi Markar Abi’nin yer yer güzel tespit ve yorumları çok güzeldi – maalesef o mevzuları hem Markar Abi’nin ricası hem de Jerusalem üzerine yazmak istediğim için değinmeyeceğim-. Ancak bu mevzular ile hemdem olan ben, kendisini kısa sürede okutan ve sevdiren bu romanın yazarı ile eseri üzerine konuşmak istiyordum, çünkü kafam Jerusalem ile doluydu. Haddizatında konuşulan konuları pekala yine Taraf’ta Markar Abi’nin köşesinden okuyabilir, mail atabilirdik.(Dostlar bu konuda yanlış anlaşılmak istemediğim için biraz uzatmış olabilirim, affediniz.)
İşte tam burada zamanımızın da kısıtlı olduğunu bildiğimden, tam da üstat Ahmet Turan Alkan’ın anlattığı fıkradaki gibi; ‘Dann’ diyesim geldi. Dikkatleri Jerusalem’e çekebilmek kalan vaktimizde Jerusalem ile aklımızda kalanları, sorularımızı Markar Abi’ye sorup, paylaşabilmek için.(Yazılarında, söyleşilerinde zaman zaman fıkra anlatan, yazan Üstat’ın bir fıkrası bu. Hatırlayamıyorum ancak Üstat’ın ya Kurşunkalem Yazıları adlı kitabında ya da Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazısında okumuştum. Bulduğum link doğru ise eğer fıkramız şu şekildedir: Birbirlerini epeydir göremeyen üç-beş eski arkadaş, günün birinde bir çay bahçesinde oturmuş dereden tepeden sohbet ediyorlarmış.  Hepsi hararetle tartışılan mevzuya iştirak edip, birbirlerini can kulağı ile dinlerken içlerinden birisi fena halde sıkılıyormuş.  Avcılığı hayatının en mühim unsuru haline getirecek derecede seven bu kişi,  sıkıntısını ikide bir ahlayarak puflayarak belli etse de diğerlerinin dikkatini çekemiyor. Konuşulmakta olan konuya hiç ilgi duymadığı için can sıkıntısından içi içini yiyormuş. Hani ezkaza söz ördekten, balıktan, fişekten, baruttan, geyikten, gergedandan açılsa bizimkinde nevale çok ama konuşacak fırsat nerede. Saatlerdir kendisini zerre miskal alakadar etmeyen şeyleri dinlemekten usanan ve bir türlü konuşamamaktan ötürü patlayacak raddeye gelen adamcağız en sonunda lafın en münasebetsiz yerinde aniden patlayan bir tüfek gibi haykırmış: Dannn… Diğerleri bu ani ve münasebetsiz refleksten ürkerek sus pus olup birbirlerinin yüzüne bakmaya bakarken bu sukutu cana minnet bilen bizimki hemen söze atılmış: Sahi yahu ‘dan’ dedim de aklıma geldi; yine bir gün ben avdayken….)
Allah’tan benim ‘dan’ dememe gerek kalmadan, çok sevdiğimiz bir ablamız aldı sazı eline. Kendisine yaraşır bir ‘dan’dı aslında bu anlayana. Ne de iyi olmuştu. Ablamız birkaç kelamdan sonra Markar Abi’ye: Hani Türklere çok söylenir ya, size birisi hiç Atatürk olmasaydı senin adın şu ya da bu olurdu dedi mi? Biz yabancı olmadığımız bu soruya gülerken, küçük yaşlarda Atatürk olmaya özenen isimsiz kahramanımızın yaratıcısı da koyuvermişti kendini.
Sözün bana gelmesi yakındı ama benden önce -belki de sonraydı-  bir arkadaşımız, Alamancı komşularının yaramaz, söz dinlemez çocuğuna babasının kötümser bir ifade olarak Ermeni dediğini söylediğinde, aklıma babamın hazzetmediği bazı adamlara Makaryos -Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başpiskoposu ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı- dediğini hüzünle hatırlamıştım. Ötekileştirmek ne kadar da basitti değil mi?
Markar Abi de yirmi sene öncesine göre çok değiştiğini, ancak hiç kedi kesen bir insan olmadığını gülerek anlattı. Kendi ifadesi ile; yirmi sene öncesinin Markar’ı Ermeni milliyetçisi, Türkler’den ve Müslümanlar’dan hazzetmeyen birisiydi. Şimdi ara ki bulasın o Markar’ı. Şimdi ki Markar Agos’tan beridir doğru bildiğini korkusuzca yazan Markar. Cemaatten –F tipi değil heyecanlanmayın, Ermeni cemaati- büyüklerinin dahi uyarısını anlayan ama ciddiye almayan Markar.
Söz gelmişti sanki bana, söz geldi derken baştan beri konuşmadığımı sanmayın. Başta Markar Abi’ye isimsiz kahramanımızın ‘kötü’ bir çocuk olduğunu söylemiştim kendi küçüklüğüm ile kıyasla. Ancak kahramanımızın Markar Abi’den ayrı düşünülemeyeceği gerçeği karşısında, onu kırmak istemeden. Burada ise özellikle uçakta seyahat ettiği durum, ana rahmi, doğum betimlemeleri ile İsa(as)’ın konuşturulmasındaki edebi lezzetten söz ettim. Ve tabi ki ‘gıcırdayan kapının ispiyoncu olduğu’ gerçekliğini kendi oda kapımın gıcırdadığından dem vurarak anlattım.
Markar Abi ile muhabbetin sonlarıydı artık. Hatta uzak yerden gelen bir arkadaşımız erken ayrılmak zorunda kaldı aramızdan. Saat on bir civarlarıydı. Tahlilimiz bitti, sırayla kitaplarımızı imzalatmıştık bile. Her birimizin kitabına ayrı ayrı güzel dilekler yazan nazik insanla bir de fotoğraf çektirdik. Ofisten beraber çıkıp bu güzel geceyi vedalaşarak nihayete erdirdik.
Son birşeyler söylemek adettense eğer; biz (ben), her ne kadar Markar Abi kahramanına romanı yazdığı süre boyunca birkaç isim vermiş ancak kahramanımız bu isimleri taşımamış, taşıyamamış, ya da atmışsa da Markar diyoruz isimsiz kahramanımıza, Markar…
Markar Abi; Jerusalem’in fotoğrafı ile beraber  ‘keşke her gecemi böyle tatlı bir şeyler süslese’ şeklinde attığım tweete, ‘eksik olmayın o sizin zerafetiniz’ şeklinde cevap veren, Olimpos Gazozu’ndan aldığı tadı hiçbir gazozda bulamamasına rağmen üzülmeyen, arayan, diğerlerini beğenmedim demeyen, nazik, ümitvar insan…
‘Ermeni ama’ iyi insan O…
Not: Markar Abi’nin, Jerusalem hakkında geç söz açılması isteği, tabiri caizse top çevirmesinin nedenini anlamak için okuyunuz, değerli dostlar. Markar Abi’nin gözlerinin kopya alan öğrenci mutluluğunda parlamasının nedeni.

ahmetderyam@hotmail.com
https://twitter.com/ahmetderyam

http://www.taraf.com.tr/markar-esayan/makale-parcalarini-arayan-insan-12-ruh-ve-soz.htm
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=7171

http://ahmetderya.com/markar-esayan-ile-jerusalem-uzerine/

Geçen cuma akşamı çok hoş bir toplantının konuğu oldum. Sivil Dayanışma Platformu’ndan okuma kulübünün gençleri son romanım Jerusalem’i okumuşlar ve tartışma, değerlendirme gününe beni de davet etmişlerdi. Geç katılabildiğim toplantıda ilk olarak bir yazarın kitabı ile kurduğu ilişkiden bahsettim biraz. Gençlerle olmayı çok sevdiğim için daveti kabul etmiştim. Çünkü aslında kitaplarım hakkında konuşmaktan pek hazzetmiyorum. Geçenlerde sevgili yazar dostum Cihan Aktaş’la da aynı şeyi konuşmuştuk. O da benimle aynı hisleri paylaştığını söyledi.
Roman yazmak akıllı insan işi değil.
Çıkan sonucun, yani romanın çok iyi veya kötü olması ile ilgili değil üstelik bu durum. Ortalama yarım milyon harften oluşan bir kümeyi yan yana getirmek, onlardan bir veya daha çok hayatları ilmek ilmek örmek, bu muazzam çabanın kendisi.. çok keyifli olduğu kadar bir o kadar da yıpratıcı. Akıllı insan işi değil dediğim de o... Genç arkadaşlarıma biraz o süreci anlattım. Asıl niyetim Jerusalem’den mümkün olduğu kadar geç söz açılmasını sağlamaktı, itiraf ediyorum. Çünkü o yorucu ve benzersiz dönemi tamamladıktan sonra, ama yazdığım üç romandan sonra da, aynı duyguların esiri oldum. Kitabı görmek dahi istemiyordum. Ben yazmış ve tüm görevlerimi kendimce, kendi kapasiteme göre yerine getirmiştim. Bundan sonrası onu okuyanların, basanların işi olmalı, ben ise sadece bir izleyici olmalıydım.
En çok sıkıldığım şeylerden birisi de roman çıktıktan sonra mecburen katılmak zorunda kalınan ve “Neden edebiyat”, “En sevdiğiniz romanınız hangisi” “Şu roman kahramanı aslında sizsiniz değil mi”, türünden sorulara muhatap olunan o tanıtım süreci. Bu soruları soranları kınamıyorum. Hatta ilk romanlarımın aksine Jerusalem’de işler epey yolunda gitti ve kitabın hepsini okumuş, emek sarf etmiş işini iyi yapan insanların programlarına konuk oldum, nankörlük etmeyeyim. Lakin siz de beni anlayın, üzerinde hiç konuşmak istemediğin, sence çoktan kapanmış bir hikâye üzerinde konuşmalar yapmak çok netameli. Ama mecbursun. Hatta bunlar olmazsa, yani program teklifleri gelmezse mutsuz da olabilirsin roman ilgi görmüyor diye. Çelişkili bir durum işte. Hem istiyor, hem istemiyorsun. Ama durum bu.
Ben ne kadar hazzetmesem de, cuma akşamı çok keyifli geçti gerçekten. Beni davet eden arkadaşlarıma teşekkür borçluyum. Roman hakkındaki tahlilleri, sordukları sorular çok incelikli ve derindi. Romanın bu kadar derinden kavranması insana çok iyi geliyor. Öncellikle dilin ve sözün duyguların aktarımında aslında hiç de kifayetsiz olmadığını görüyor, her defasında şaşırıyorsunuz. Çünkü ana kabul, insanın ne kadar çabalarsa çabalasın, varlığını alt katmanlarına indikçe, oradan bir arkeolog veya madenci gibi çıkardığı hislerinin dile tam olarak tahvil edilemeyeceği, eksik veya yanlış anlaşılabileceği. Bu da yalnızlığa gönderme yapıyor. Yani bir ikinci kişiye kendinizi tam olarak anlatmanın mümkün olup olmadığı, dolayısıyla en nihayetinde biricik duygularınızla biricik bir yalnızlık içinde yaşamaya mahkûm olduğumuz düşüncesi...

“Başlangıçta söz vardı.” Yuhanna İncili’nin ilk sözleri bunlar. Demek, Söz’ün gücünün tanrısal bir önceliği var. Söz belki Ruh’un dile geliş biçimi. Ruh’un Söz hali. Kavranamayan şeyin duyulabilir hale gelmesi. Ortaya çıkması, görünür olması. Hiç de yabana atılacak gibi bir şey değil bu.
Ruh, Söz haline gelince, haliyle, yalnızlık son buluyor. Çünkü Söz ancak onun yöneldiği diğer kişiyle anlam veya yaşam kazanabilir. İnsan cismani olarak topraktan yaratılmışsa da, Ruh’u da Söz’den neşet etmiş olabilir. Yani Söz’ü duyan kişi yaratılışınızı tamamlıyor, imliyor, onaylıyor. O nedenle romanın yazılmasıyla, Söz’ün sarf edilmesiyle, işin bir kısmı tamamlanıyor sadece. Diğer kısmı ise onun alıcıya ulaşması. Tam da bu yüzden, romanın her bir okuyucuda, biricik haliyle yeniden yazıldığını, ya da yazım işinin tamam edildiğini düşünürüm. O akşam da orada masanın üzerinde her biri bir başkasına ait diyelim bir düzine Jerusalem vardı ve sanırım onların hiçbiri birbiriyle aynı kitap değildi artık. Okuyan kendi biricik mevcudiyetiyle tamamlamıştı onu.
Konuşmak, yazmak ve muhabbet.. türlü varoluş halleri ve sanırım bu iyi bir şey...
MARKAR ESAYAN

http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=7171

Yeni Okuma Listesi
Faruk Özgür, Tek Parti İdeolojisiyle Demokrasi, Liberte Yayınları.
Musa Anter, Hatıralarım, Avesata Yayınvevi.
David H. Thoreau, Sivil İtaatsizlik
Turgenyev, Babalar ve Oğullar
Orhan Miroğlu, Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı
Selim İleri, Dostlukların Son Günü
Paolo Coelho, Simyacı
David Beedham, Demokrasinin Temelleri, Liberte
Russell Roberts , Tercih
Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ütopya 




İleri Okumalar
İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması
Friedrich A. Hayek, Kölelik Yolu
Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet
Platon, Devlet
Cafer Solgun, Alevilerin Kemalizmle İmtihanı
Dostoyevski, Karamazof Kardeşler
Mete Tunçay, TC’de Tek Parti Yönetiminin Kurulması
Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi
Fazlur Rahman, İslam
Max Horkheimer, Akıl Tutulması
Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu
Bekir B. Özipek, Muhafazakarlık Akıl Toplum Siyaset
Tolstoy, Anna Karenina



Not: Okuma sırasına göre düzenlenmemiştir. birinci kısım eksiltilmiş kitap listesinin devamıdır.


Sınavlar ve yeni kitap listenin hazırlanması nedeniyle tahlillerimize bir süreliğine ara vermiş bulunuyoruz. 



Bekir Berat Özipek: Başarılı sinemacı ve yazarlar mesajları satır aralarında verirler. Klasiklerin önemli bir özelliği, bu mesajları çok başarılı bir şekilde vermesidir.

Merve Sevinç Sakar: Kitaba çok önyargılı başladım. Küçükken Tolstoy okuyarak klasiklere başladığım için Rus yazarlara karşı çok önyargılı yaklaştım. Çok karanlık bir roman değildi, Razumihin beni daha çok etkiledi; Raskolnikov’u bırakmaması,ona inanması daha etkileyici.
*Raskolnikov’un pişmanlığını nasıl değerlendiriyorsun?
-Pişman değildi bence! Çünkü en ince ayrıntısına kadar düşünmüştü!

Ömer Tayyar Arslan: Rusya’nın ekonomik koşulları da tahlil edilebilir, Dostoyevski romanında ‘suç’u rasyonalize ediyor, ‘tefecilik’ mesleğini ortadan kaldırmıyor da, ‘tefeci kadın’ı ortadan kaldırıyor..

B.B.Ö: Tefecilik suç mu, günah mı?
Tefecilik insan şahsiyetine de zarar veriyor..

Öner Yiğit: Tefeciliği Dostoyevski o kadın üzerinde rasyonalize ediyor.

M.S.S : Tefeci kadın genç ve güzel bir kadın olsaydı aynı şiddetle eleştirir miydi D ?

Ö.T.A: Raskolnikov ‘tefeci kadın’a rehin bırakmasaydı yine aynı sorgulamayı yapar mıydı?
Raskolnikov’da insan doğası, ahlâkı hakkında doğru veya yanlış bir çerçeve oluşmuş. Bireysel hakların sınırını sorguluyor..
R inançlı mıydı?

B.B.Ö: Dostoyevski epeyce dindar bir insan, en ateist, en dindar insanı bile bütün eksiklikleri, her yönüyle çok iyi tahlil ediyor, konuşturuyor.. İncil’in ruhu yazdıklarında var. D döneminde Osmanlı’da, Rus Devleti’nden dalgalanan materyalist,pozitivist akımların etkisiyle dindarların üzerlerinde inançlarını açıklamaları noktasında büyük bir baskı vardı. Fransa’dan da A.Komte akımı-realism- Osmanlı’ya yansımıştır.
- Toplum yanlış üzerine ittifak edebilir mi?
‘Tefeci kadın’ın öldürülmesi için aslında bir sebep yok, sadece iyi bir hayatın önünde engel olarak gösteriliyor.
“Sosyal dengede bu veremli, bu aptal, bu aksi kocakarının hayatının ne değeri olabilir?”

Havva Nur Tekin: Dostoyevski ‘tefeci kadın’ üzerinden insan hayatını sorguluyor ve her ne kadar toplum için zararlı bir insan da olsa, bir kişinin ölümüne başka bir kişinin karar veremeyeceğini gösteriyor. Örneğin İslam hukukunda bir can alınmasına karşılık maktulün tarafına can alma hakkı tanınmış olsa da bu yetkiyi kişi tek başına kullanamıyor, yetkili merciinin –yargı sistemi gibi- buna karar vermesi gerekiyor, bunun gibi kişiler kendi başlarına topluma zararlı kişileri tespit edip topluma yarar kazandırma düşüncesiyle bile başka hayatlara müdahele edemez, Dostoyevski’nin romanda işlediği en önemli mesaj buydu.

M.S.S : Tefeci birilerinin üzerine basarak bir yerlere geliyor, peki Raskolnikov kimlerin üzerine basıyor? Raskolnikov’un altındakiler de onu öldürmeye karar verseydi?

B.B.Ö: Burada ahlâk sorgulaması var, hayırlı bir iş yapabilmek için zararlı bir yoldan geçebilir miyiz? ‘tefeci kadın’ın yaptığı yasal olarak suç değil, kadın öldürülmeyi hak etmiyor. Dostoyevski ne düşünüyor?    -Usûl, esas kadar önemlidir.
-Raskolnikov iyi niyetli biri miydi, kötü niyetli biri miydi?

B.B.Ö: Raskolnikov’un niyeti kötü olsaydı parayı “karılarla,kızlarla” yerdi ve biz de kötü derdik.
“hiçbir kadın için kurulacak yuvanın yolu genelevden geçmez” aziz nesin
R çok yanlış bir akıl yürütme yaptı, bir insan ne kadar yanlış bir insan olursa olsun canı başka bir ‘insan’ tarafında alınamaz.
“kötüler yanlış akıl yürütenlerden başkası değil.”
-İnsan yanlış akıl yürütmeyi kendisi mi tercih eder, yoksa sadece yanlış mı akıl yürütür?
-Suçlu insanlar cezalandırılmayı isterler mi?
’Ceza’ suç işleyen insanın ruhunu tezkiye eder.
-Raskolnikov’da adaletsizliğe elle müdahale eden bir adalet anlayışı var.

B.B.Ö: Çocuk kötü bir kedi resmi çizer, kediye benzemez altına ‘kedi’ diye yazar, kötü bir romanda durum böyleyken güçlü bir yazar en karşıt olduğu düşünceyi bile en iyi şekilde temsil eder.


-Raskolnikov’u ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye değerlendirebilir miyiz, ‘iyilik’ ya da ‘kötülük’ neye göre belirlenir?


Gelemeyenler için tekrardan yapılan tahlilimiz.

Havva Nur Tekin: Yurdu için yiğitçe dövüşerek can veren Eteokles, Kardeşi olacak hain,ulusu köle etmek isteyen Polüneiks... Kralın “Şerefli bir yurttaşla bir haini asla bir tutmam” sözü bana günümüzdeki Türk-Kürt çatışmasını çağrıştırdı. Türk tarafından can kaybı olunca “şehit”, Kürt tarafından can kaybı olunca “terörist” muamelesi yapılıyor. Bu diyaloglar yıllar önce izlediğim Güneşi Gördüm filmindeki bir sahneyi canlandırdı bende, aynı ailenin iki çocuğundan biri Türk Ordusunda askerlik yapıyor, diğeri ise dağa çıkmış bir “terörist”. İkisi bilmeden aynı gün evlerine geliyorlar ve terörist abiyle asker kardeşi karşılaşıyor, asker olan kardeşi abisine gel teslim ol diyor,abisi reddediyor, kardeşi –peki ya çatışmada karşılaşırsak ne olucak? diyor, abisi -ölünce sen şehit, ben terörist olacağız diyor..


Kitap çok ciddi ahlaki öğütleri de içerisinde barındırıyor, ayrıca iktidarlar için de yol gösterici öğütler mevcut. Mesela koro başıyla kralın konuşma sahnesine bakarsak;
...
Koro başı: Hakanım, deminden beri bunun tanrıların bir işi olup olmadığını düşünüyorum.
Kreon: Daha neler, sanki pek gözetmiş Polüneiks tanrıların yasalarını, onlar da onu bu şerefe layık görmüşler! Buraya tapınaklarını yıkmaya gelmişti, yoksa tanrılar kötülerden yana mı?
-Düşmanın dinsiz-kutsala saygısız gösterilmesi, iktidarların meşruiyet kazanabilmek için kendilerini iyiliğin ve hakk’ın sahibi görmeleri günümüzde de geçerliliğini yitirmeyen bir taktik. |Ama bu üslûbtan vazgeçilmesi gerek..|

Bekir Berat Özipek: Antigone Doğal Hukuk’u çok iyi anlatan bir kitap..Antigone’da olması gereken hukuk ile kralın dayattığı hukuk arasında bir gerilim var-doğal hukuk/pozitif hukuk çatışması- Ayrıca kitapta cinsiyet temelli bir çelişki olduğunu görüyoruz, Kral -ölü gömüldüğünde- “Hangi adam gömdü bunu?” diye soruyor. Ayrıca eserde ‘Aile’ ile ‘Kraliyet’ arasında da bir çatışma olduğunu görüyoruz.

Kemal Çakır: Kral hiçkimsenin sözünü dinlemiyor, sadece kahinin sözünü dinliyor, kahin Antigone’da bana göre ‘vicdan’ı temsil ediyor. Günümüzde kahinler yok, bu durumda bizim nasıl vicdan oluşturmamız gerekiyor?

Saliha Köse: Kahinin vicdan olduğunu nereden çıkardın? Çıkarcı olarak nitelendiriliyor.

K.Ç: Ama koro onu haklı buluyor.

B.B.Ö: “Vicdan insana doğruyu gösteren bir rehberdir, siz onu öldürmedikçe..”

Halenur: Aslında kralın kahinin sözünü dinlemesinden ben hoşlanmadım.  Kral kahinin bütün söylediklerinin doğru çıkmasından dolayı korktuğu için onun sözünü dinledi.

Naim Salman: Kral kahinin başkaları hakkında söylediklerini dinlemedi, söz kendi ailesine gelince O’nu dinlemeye başladı,işte o zaman geri adım attı.

Öner Yiğit: Kızkardeşler erkek egemen toplumun hegemonyası yüzünden kardeşlerini gömemiyor ama Antigone bu duruma karşı çıkıyor.

N.S: Kral “Bir kadına mı yenileceğiz” diyor.

Ö.Y: Bu piyes 2400 yıl önce yazılmış olmasına rağmen aynı sorunlar günümüzde de devam ediyor,bu anlamda günümüze de ışık tutuyor; kadın erkek eşitsizliği, iktidarların kendilerini mutlak güç olarak görmeleri..

B.B.Ö: Antigone kralın koyduğu yasaya karşı çıktığında Kral O’na bunu neden yaptığını soruyor, Antigone ise ona “Sen Zeus değilsin” diyerek cevap veriyor. Hukukta doğal hukuk-pozitif hukuk tartışması var. Doğal Hukuk bir manada olması gereken hukuk, daha çok dinin yasaları gibiyken, Pozitif Hukuk –devletlerin,yönetimlerin- sonradan ortaya koyduğu hukuktur. Antigone ile kızkardeşi tartışırken hukukta günümüzde devam eden bu tartışmayı açıkça görüyoruz. Kızkardeşi, Antigone’a “Sen kralın(pozitif hukuk) yasalarına karşı mı çıkıyorsun?”  diye soruyor. Antigone ise ölüyü gömdürtmemek doğal hukuka aykırıdır diyor.

S.K: Doğal Hukuk ile Pozitif Hukuk nerede çatışmamalı? Nasıl uygulanmalı?

B.B.Ö: Pozitif Hukuk, Doğal Hukuk ile çatışmadığı yerlerde uygulanmalıdır, derler. Doğal Hukuk’un vahye dayandığını söyleyenler de olmuştur.

S.K: Pozitif Hukuk vahyi delil olarak almayan hukuk diyebilir miyiz bu durumda?

B.B.Ö: Pozitif hukuklar da vahyi delil olarak alabilir.
Halenur: Doğal hukuk’un vahiy kaynaklı olduğu evrensel bir değer midir?

B.B.Ö: Doğal Hukuk vahiy kaynaklı olmasa da, herkes farklı yollardan gelse bile onun önemli bir özelliği herkesin ortak bir noktada buluşabilmesidir.
Antigone doğal olanı çiğneyen bir insanın pişman olacağını Kreon üzerinden ortaya koyuyor.
*Devlete koşulsuz itaat etmek mi gerekir?

Süleyman Orgun Altıparmak:  Devletin buyruklarını fazla sorgulamamak lazım. Çünkü ben devletini sahiplenmeyenin sonrasında vatanını sahiplenmeyeceğini düşünüyorum.

Ö.Y: Devlet bir belediyedir, halka hizmet için vardır.

B.B.Ö: Devlet bir araçtır diyorsun,

Ö.Y: Devletin ‘birey’ için varolması gerekirken günümüzde devlet ‘devlet’ için var ve bireyler onun varolması için varlarını yoklarını veriyorlar.

B.B.Ö: İtaatin sınırları neresidir?

N.S: Antigone’da halk ikiye ayrılıyor, kendi doğrularını yaşayanlar, mevcut düzene uyanlar. Kendi doğrularını yaşayan insanlar için şu sorulabilir, herkesin doğrusu bir mi?

B.B.Ö: “Yaratana isyan konusunda, yaratılana itaat yoktur.” Devleti eleştirmek devlete zarar vermez, aksine onun yararınadır. Demokratik rejimler bu konuda şanslıdır.
(Hoca burada Nigel Ashford’un Özgür Toplumun İlkeleri kitabını önerdi.)
*Seküler bir ahlak mümkün müdür?

B.B.Ö: Eğer Antigone’un söz ettiği bir HAKİKAT varsa, bu nasıl bulunur?
Yunus Emre Elmas: 2400 yıllık bir meseleyi tartışıyoruz. Olması gerekeni tartışmamalıyız. Olması gerekeni aramalı mıyız? Yoksa sadece betimleyeceğiz ve bu da bizim vicdanımızı oluşturacak mı?

Nursen Durmuş: Ama şimdi ölüyü gömecek miyiz,gömmeyecek miyiz?
Kral Antigone’a sen bu kardeşini gömersen diğer kardeşine nasıl hesap vereceksin diyerek aslında onun da kendi doğruları olduğunu ortaya koyuyor.

B.B.Ö: David Henry Thoreau’nun Sivil itaatsizlik kitabının giriş kısmındaki ilk 3 cümle aslında bu konuyu özetliyor;
-Devletin yasaları vardır.
-İnsanın vicdanının yasaları vardır.
-Devletin yasalarıyla insanın vicdanının yasaları çatıştığı zaman insan vicdanının yasalarının sesini dinlemelidir ve bunun sonuçlarını göze almalıdır.
Bu konuya uygun aklımda kalan bir de hadis var: “Emre itaat iyilik emredildikçedir.” Hakikate ulaşmanın birden çok yolu vardır.

Havva Nur Tekin: Kitaptan aklımda kalan diyaloglar;
Kreon:Vereceğim buyrukları bana halk mı öğretecek?
Haimon:Çocukça konuştuğunun ayırdında mısın?
Kreon:Ben başkaları adına mı yöneteceğim devleti?
Haimon:Tek kişiyle devlet mi olurmuş, despotluk bu seninki.
Kreon:Devlet ona hakim olanındır,anlaşıldı mı?
-İktidarlar kendilerini mutlak hakim,hesap vermez güç olarak gördükleri sürece meşruiyetlerini adaletle değil,zulümle sürdürürler.

B.B.Ö: Devlet ona hakim olanındır anlayışı, pozitif hukuk anlayışıdır.
*Kreon bir noktada doğruyu görebildiği halde onu neden uygulamıyor?
B.B.Ö: Yanlış bir yola giren vagonun daha da hızlanması gibi, gurur ve kibir Kreon’u doğruyu uygulamaktan alıkoyuyor.




Öner Y.: Antigone ‘Devlet’ kavramı üzerinde beni düşündürdü. Ölünün yüzüstü bırakılması evrensel hukuka, tanrının yasalarına göre ahlaki birşey değilken, devlet ya da devleti temsil eden kişi bunu isteyebiliyor.

Rüştü H.: Bu çatışmayı günümüzde Doğu’da yaşıyoruz.

Esra K.: Ölünün ortada bırakılması Antik Yunan’da bir insana yapılabilecek en büyük hakaretti. “Gözyaşlarımızın tadı aynıyken, bazılarımızın ölülere bile eşit uygulamaları yok.

Rüştü: Ölünce insanlar eşitlenir, ancak dediğiniz gibi bazılarımızın ölülere bile tahammülü yok.
-Bu kitapta ciddi bir devlet eleştirisi var. Günümüzde devlet’siz yaşam hayal edilemiyorken, Yunan mitolojisinde “devlet” bir trajediden ortaya çıkıyor gibi.


B.B.Ö: Bu eleştirilerin yöneleceği yer devlet değil, iktidar hırsı sahipleri olmalı. Şeytanın Avukatı’nda geçen etkileyici sözlerden biri Kreon için söylenebilir ‘Kibir benim en sevdiğim günahtır.’

Ö.Y: Ama görüyoruz ki halk kralda herşeyi yapma gücü görüyor.

B.B.Ö: Krala yönelik onun gururunu okşayan bir yaltakçılık söz konusu.

R: İktidar tanrısal bir alandır,derler.

B.B.Ö: Antigone’da cinsiyet temelli bir gerilim görüyoruz.

E.K: Antigone’un bir savaşçı gibi, “ben öldürülsem bile bu işi yapacağım” ifadeleriyle Sofokles tarafından öne çıkarılması ilginç bir durum. Antigone ismi zaten "antagonist" kelimesini hatırlatıyor, ismin ‘anti’ ile başlaması Sofokles’in birşeylere dikkat çekmeye çalıştığını anlatıyor olabilir.

RH: Antigone’da kahin doğal hukuku temsil ediyor.

EK: Kahinin kör olması onun için çok önemli. Kahin Antigone’un kadın yada erkek, kör yada topal olmasıyla ilgilenmiyor. Kahinin klavuzunun bir çocuk olması da dikkat çeken bir durum. Kral kendisine laf anlatmak isteyen herkesi tersliyor, kahin ise bir çocuğu rehber edinebiliyor.

RH: Toplum sesini çıkarmasa bile toplumun kanaati vicdandan yana. Antigone’da ‘koro’ olarak gösterilen kalabalık, halk idi ve Antigone’u haklı bulduklarını daha ilerleyen zamanda dile getiriyorlar.

*Vicdana karşı yasa yapılamaz.

E.K: Kreon neden Antigone’u öldürmedi de mağaraya hapsetti?
Mağara eski norveç dillerinde ‘hellir’ demekti ve bu ingilizcede cehennem manasına gelen "hell" kelimesini çağrıştırıyor. Kreon Antigone’u mağaraya gönderirken cehenneme göndermeyi betimlemiş olabilir. Mitoloji’de Adem’in ilk karısı olduğu söylenen “Lilith” yasak kelimeyi söylediği için Tanrı onu dünyada bir mağaraya kapatmıştır şeklinde bir hikaye anlatılır. Kreon da kendisini Tanrı olarak görüyor olabilir ve bu davranışı bu yüzden bu şekilde yapmıştır denilebilir. Ayrıca Kreon, Antigone’u ‘yılan’a benzetiyor, yılan mitolojilerde yer altında ve üstünde gezinen, iki dünyanın sırlarına da vakıf hem gizemli hem de bir nevi ‘şeytan’ olarak tasvir edilir.

RH: Antigone’da korkunç bir ataerkillik eleştirisi var.

Ö.Y: Kanunlar kime hizmet etmek için vardır?

B.B.Ö: Kreon kendisini halkın iradesinin üstünde görüyor. Koro en baştan doğruyu krala gösterseydi belki despotluğunu yola getirirlerdi.
“Ben Muhammed’e inanırım ama Mekke’li kadınların beni kınamasından korkarım.” sözünde de olduğu gibi Kreon gururundan ve kibirinden, doğruyu görse bile uygulamıyor.
Eskiden beri insanlar inanılması, tabi olunması durumunda mutlu olunacağı yasalardan bahsederler. Hüseyin Hatemi hoca buna doğal-ilahi yasalar diyor. İnsanlar ölümsüz yasalara karşı gelince ne olur? Antigone krala senin yetkin sınırlı bir yetkidir diyor. “Bu kural yanlış” dediğimiz zaman bunun yanlış olduğunu vurgulayan bir üst yasanın var olduğunu söylüyoruz aslında. Bugün doğal hukuktan bahsedildiği zaman bazı insanlar nereden çıkıyor bu yasalar, nerede yazılılar diyorlar.

E.K: Belkide somut, yazılı bir kaynak olsaydı onu değiştirme şansları olacak, bu yüzden soruyorlar..

RH: Kreon kahine sen para için bunu söylüyorsun derken, değerler ile çıkarlar arasında bir düalite var olduğunu gösteriyor.Bizim jargonumuzdan konuşmayanlara “öteki” damgasını vuruveriyoruz. “Adaletin gözü bağlıdır”.. ‘Kimin’ söylediğinden sıyrılabilirsek, ‘ne söyledi’ğine odaklanabiliriz..

B.B.Ö: Adalet heykelinin de zaten gözü bağlıdır, bir elinde kılıç bir elinde ise terazi vardır. Antigone bana “doğru” ile “emir” arasında nerede durmam gerektiğini gösterdi. Çiçero der ki; Ahlaki olanla faydalı olan birbiriyle çelişmez. Eğer çeliştiğini düşünürseniz, fayda anlayışınızı yanlış tanımlamışsınızdır. Kreon da eper doğruyu yapmanın son tahlilde onun için faydalı olacağını bilseydi, yine böyle davranır mıydı..

“Kitap Akademisi” her birimizin lise yıllarında roman tadında okuduğumuz klasikleri, esasında onların toplumları nasıl yönlendirdiklerini ve yüzyıllar boyu etkilerini sürdürerek günümüze de nasıl ışık tuttuklarını anlayabilmek açısından büründürülmek istendikleri roman havasından çıkartıp derûnuna inerek inceleme ve tahlil etme fırsatı sunuyor bizlere!

 Ayrıca klasiklerin verdikleri sosyolojik mesajları tamamlayıcı ve destekleyici nitelikte ideolojik bir temel oluşturmak için fikir kitaplarını da okuyup değerlendireceğiz.
Hızlı okuma tekniğine karşıyız, bu yüzden ‘suç ve ceza’yı tartışırken “–olay rusya’da geçmiş anladığım kadarıyla” dan çok daha fazlasını konuşacağız..

Daha Yeni Kayıtlar Ana Sayfa